Bir halkın kendi anadilini konuşmak, kendi kimliğiyle yaşamak istemesi nasıl bir çetin müzakere süreci gerektirebilir ki? Bunların müzakere edilmesi bile abesle iştigaldir.
Ahmet Davutoğlu, AKP’nin seçim beyannamesinde çözüm sürecinin yer almayışını "Beyanname dijital ortamda metin baskıya gönderilirken bir-iki sayfa düşmüş" diye tevil ettikten birkaç gün sonra sürecin sorumlularından yardımcısı Yalçın Akdoğan “Beyanname bir yemek tarifi değil ki, öyle içine her şey konsun” diyerek ağrılı durumu kibarca özetledi.
Çözüm süreci bir yemek tarifi değil, peki bir maraton koşusu mu? Bir türlü sonu gelmeyen, sonu gelmediği oranda, bir halkın masa başında kendi demokratik sorunlarına çare aramasına kuşkuyla yaklaşan kesimlerin içine kurt düşürüp "acaba neyin pazarlığını yapıyorlar" dedirtecek kadar uzayan bir sakız mı? Bu işin fıtratında da peyderpey ilerlemek mi var? Bask ulusal hareketinin modern anlamda özerkliğe ilk kez kavuştuğu 1936 yazından bir kesit bu felsefeyi anlamamız açısından ön açıcı olabilir.
20. yüzyılın başında "Bask ulusal hareketi" tabiri aslında bir yakıştırmadır. Basklılar bugünkü Kürt hareketinden ya da o dönem (ve bugün) aynı topraklar içinde ulusal hakları için mücadele eden bir diğer halk olarak Katalanlardan farklı olarak kendilerini milliyetçi, Bask milliyetçisi olarak adlandırıyorlardı. Zaten bu nedenle de Bask ulusal hareketinin geleneksel partisi Bask Milliyetçi Partisi (PNV) adını almıştı.
Karşılaştırmalı olarak gidersek, Bask hareketinin Kürt hareketinden iki temel farkı vardı. Birincisi, Bask İspanya'nın ekonomik açıdan geri kalmış bir bölgesi değildi; bilakis, Katalunya gibi sınai açıdan ülkenin en gelişmiş bölgelerindendi, hatta tüm İspanya'da şirket kapitalizminin egemen olduğu tek yerdi ve göçmen işçi veren değil, alan konumundaydı: Bask milliyetçisi işçiler Bilbao'ya gelen İspanyol işçilere kem gözle bakıyorlardı!
İkincisi, Bask ulusal hareketi milliyetçiydi, ama dahası sağcıydı ve dindardı, hatta yer yer dinciydi. Bu nedenle 1931'de solcular tarafından kurulan İkinci Cumhuriyet, monarşist-Katolik cepheye karşı birlikte saf tutan Katalanlara sempatiyle yaklaşırken, Bask hareketini "Cebelitarık'ta bir Vatikan kurmaya yeminli" güçler olarak gördüğünden engellemişti. PNV "sağcının halinden sağcı, dindarın halinden dindar anlar" diyerek diğer cepheye yanaşsa da, sağcılar 1933 sonunda iktidara geldiğinde tam da muhafazakâr ve milliyetçi olmalarından ötürü özerkliğe çok daha büyük bir tepkiyle yaklaşarak İspanya'nın "bölünmez bütünlüğü"nden dem vurmuştu. Böylece Bask hareketi (kendi içindeki ayrışmaların da etkisiyle) 1936 Temmuz'unda başlayacak İç Savaş öncesi muallâkta kalmıştı.
Fakat hem ülkenin sol seçmenleri için hem de sağ seçmenleri için "hassasiyet" taşıdığından çözümü imkânsız denen özerklik iki günde, daha doğrusu 15 dakikada halloldu!
İç Savaş çıkınca Bask'ın tarihsel olarak dört parçaya bölünmüş olan eyaletlerinden üçü darbeci Franco'nun yanında düzen güçlerinin hizmetine girerken, Vizcaya (ya daBizkaia) herkesi şaşırtarak faşist cephede yer almadı. Böylece İç Savaş'ı faşizmin devrimcilere karşı savaşı olarak değil, Katoliklerin ateistlere karşı haçlı seferi olarak kurgulayan Franco'nun bütün ayarlarını altüst etti. Koyu Katolik kimliği tartışılmaz olan Basklılar nasıl olurdu da "Mason-Yahudi-Marksist kırması" cephede yer alırdı?! Dahası savaş sanayii için vazgeçilmez olan demir-çelik üretimi de elden gidiyordu.
Tıpkı Suriye'deki gelişmeler karşısında köşeye sıkışan Erdoğan hükümeti gibi, merkezî Madrid hükümeti de adım atmak zorunda kaldı. 17 Temmuz'dan Eylül ayına kadar belirsizliğini koruyan durum Eylül ayında cumhuriyetçi cephenin ("Halk Cephesi" hükümetinin) müzakereleri başlatmasıyla netliğe kavuştu. Önce Bask hareketine Madrid hükümetinde (koltuksuz) bakanlık teklif edildi, ardından 7 Ekim 1936'da bölgesel özerklik tanındı ve Bask bölgesel hükümetinin kurulmasıyla Basklılar anti-faşist cephede kesin olarak yerlerini aldılar.
Yıllardır kavga konusu olan, ülkenin dengesini altüst edeceği düşünülen, neredeyse bütün siyasi güçlerin önünde durduğu Bask'ın özerkliği iki günde hallolmuştu. Sağcıların tipik gericiliğini bir kenara bırakalım, ülkenin en örgütlü iki hareketinden anarşistler her türlü siyasetten uzak durmayı savunduklarından "topu taca atarak" Basklıların gerici önderliğinden dem vuruyor, sosyalistler de hem bölgede Bask milliyetçileriyle siyasi rekabet içinde olduklarından hem de koalisyon ortakları burjuva cumhuriyetçilerini (Azaña'nın İspanyol CHP'sini) küstürmek istemediklerinden statükocu tutum alıyorlardı. Bu sol örgütlerin tabanı enternasyonalist bir perspektifle eğitilmemişti. Başka bir deyişle, bu işin oluru yoktu!
Ama öyle olmadı. Ulusal sorun iki günde çözüldü. Gerçekten de ateşli tartışmaların yerini, mecliste tartışmaya bile gerek duyulmadan 14 maddenin sekreter tarafından tane tane okunması ve sadece 15 dakikada kabul edilmesi almıştı! Ne uzun yolculuklar, ne bitmek bilmez müzakereler, ne barışa kurşun korkuları… Özerklik 15 dakikada hallolmuştu! Hem de az buz değil; kamu güvenliğinden polis ve yasama görevlerine kadar kapsamlı bir özerklik. Sıcağı sıcağına olayları değerlendiren tarihçi E.A. Peers bile, "Ne oldu da özerkliğe karşı çıkan partiler olur verdi, hallolmaz denen özerklik sorunu halloldu?" diye sormaktan kendini alamaz.
Hemen akla şu aklıselim argüman geliyor: Ama burası Ortadoğu, buranın koşulları farklı! Peki, nerenin değil ki? Zaman zaman yurtsever hareketten de ilgi gören bu doğrunun biraz irdelendiğinde aslında lafzı kadar değer taşımadığı görülür. Her ülkenin, her coğrafyanın kendine özgü farklılıkları var, ama ulusal sorun ve ona karşı kullanılan ezen ulus milliyetçiliği kapitalizm çağının genel bir sorunu ve farklılıklarından ziyade ortak yönleri öne çıkıyor. Zaten sorunun Sorun haline gelmediği yerlerde (meşhur İsveç-Norveç örneği) tartışma da yok; sorunun baş gösterdiği yerlerdeyse özünde aynı açmazlarla boğuşuluyor. Tam da bu nedenle Bask ülkesinin 15 dakikada aldığı özerklik, bu özerkliği tanıyan hükümetin devrilmesiyle birlikte ulusal sorun da dâhil olmak üzere her türlü demokratik hakkı reddeden bir hükümetin (Franco faşizminin) kurulmasıyla berhava oldu. Demokrasi sadece tek bir alanda değil, her alanda ilerletildiğinde sorun çözüldü; aksi durumda, yeni krizlere kapı araladı.
Dolayısıyla mesele coğrafi değil, siyasi; çözümsüzlük Ortadoğu'nun özgül koşullarından değil, kapitalist şalterlerin fazla demokrasiyi kaldıramamasından kaynaklanıyor. Bir halkın kendi anadilini konuşmak, kendi kimliğiyle yaşamak istemesi nasıl bir çetin müzakere sürecigerektirebilir ki? Bunların müzakere edilmesi bile abesle iştigaldir; hele hele Türk toplumunun hassasiyetlerinden ötürü alıştıra alıştıra halledilmesinin elzem olduğunu söylemek daha da abestir. Hem cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş'ın başarısı, hem de çözüm sürecini bölücülük diye gören MHP tabanının bu sürecin "mimarı" Erdoğan'a birkaç seçimdir gösterdiği teveccüh, bölünme umacısının demokrasiyi ertelemenin bahanesi olduğunu gösteriyor. (FBA/EKN)