{$te}
İki sene önce Daniel Defoe’nun ünlü romanı Robinson Crusoe’yu çevirdim. İstanbul Üniversitesi İngiliz edebiyatı mezunuyum. Ben bölüme girdiğimde, bölümün dillere destan hocaları, Berna Moranlar, Mîna Urganlar, Akşit Göktürkler çoktan emekli olmuştu. Fakat bu isimlerin gölgesi hâlâ bölüm koridorlarında hissediliyordu, biz de bu etkiyle yetiştik. Haliyle, Robinson Crusoe çevirmem istendiğinde duraksadım. Akşit hocanın Robinson Crusoe çevirisinin üstüne çeviri yapacak olmak, hele ki onun Ada’sını da okumuş bir öğrencisi olarak, tereddütte kalmama yol açtı. Fakat nihayetinde kabul edip çeviriye girişmemde edebi saikler değil, toplumsal koşullar (ya da dilerseniz, siyaset ile edebiyatın birbirinden ayrı düşünülemeyeceği dikkate alındığında, geniş anlamıyla edebi nedenler) belirleyici oldu.
Çevirmenler olarak toplumun genelinden farklı değiliz ve piyasa ekonomisine bağlıyız, hattâ bazen yeterince bağlı olmamanın da mağduruyuz, ama o ayrı bahis. Ne çevirip ne kazanacağımızın, yarını görüp göremeyeceğimizin belirsiz olduğu bir sektör bu. Toplumun genelindeki itibarına ve harcanan emeğe denk düşen paralar kazanamadığımız gibi, o üç kuruş da elimize mütemadiyen geç ulaşıyor. Kitaplar az okundukça, az satıldıkça, çevirmenin uzun vadede yeni baskılardan kazanç elde etme imkânı kalmıyor. Hal böyle olunca, bir kitabın çok satması (okunmasından da geçtim) çevirmen için hayati önem taşımaya başlıyor, sırf karnını doyurup ertesi güne sağlam çıkabilmesi için.
Peki, Türkiye’de piyasa ne istiyor? Piyasa klasik eserleri istiyor. Bunu yurtdışına dolarla telif ödemekten kaçmaya çalışan yayıncı mı istiyor okur mu talep ediyor, sebep-sonuç ilişkisi karmaşıklaşmış olabilir; illa kesin bir şey söylemek gerekirse, bu arz-talep ilişkisi, bir süre sonra, diyalektik bir etkileşimle birbirini karşılıklı belirlemeye başlamıştır. Her halükarda, klasik romanlar ve genel olarak eserler irili ufaklı her yayınevi tarafından basılıyor ve okurdan ilgi görüyor, yayınevini döndürüyor. Çevirmenlerin buna ilgisiz kalmaları pek mümkün olmuyor. Mesele sadece maddi-ekonomik nedenler de değil.
Her kitap çevirmeni okunmak ister, kitapları insanların elinde olsun, üzerine konuşulsun, tartışılsın ister. Belki de teknik çeviriyi seçmemesinin en önemli nedenlerinden biri budur: Çevirmenin de bir meselesi vardır ve çevirdiği, özellikle de hoşuna giden kitaplarla okura bu bilgiyi ulaştırmak ister. Okunmayan kitapsa tam tersi istikamette şevk kırıcı oluyor. Bana Robinson Crusoe teklifi gelene kadar yaklaşık 70-80 kitap çevirmiştim ve bunların içinde sadece bir tanesi klasik romandı (onu da bilinen ya da satabilecek bir roman değil, sevdiğim bir eser olduğu için çevirmiştim: Joseph Andrews). Edward Said’den Terry Eagleton’a, Fredric Jameson’dan Raymond Williams’a kadar birçok önemli yazarı çevirmiş olmama karşın, bunların hiçbirisi on küsur yılda iki baskının ötesine geçmedi, bazılarına bu da nasip olmadı.
Dolayısıyla aklımda Robinson Crusoe çevirisine girişmek için çevirinin ya da edebiyatın doğasına içkin nedenler olmakla birlikte, hiç eğip bükmeden söyleyeyim, Robinson Crusoe çevirisini kabul etmemin sebebi, özellikle de derinleşen ve bitmek bilmeyen ekonomik kriz koşullarında ayakta kalma gayesiyle, maddiydi. Fakat çeviriye (ve aslında genel olarak klasik roman çevirilerine) başladıktan sonra işin renginin değiştiğini gördüm.
Ne var ki bu kısma geçmeden önce, “çeviriye ya da edebiyata içkin nedenler” nedir, ona dair birkaç söz söylemem lazım. Bir defa, edebiyat eserlerinde farklı çeviriler mümkündür, hattâ iyidir, zira üslubun daha ön planda olduğu, birçok cümlenin ya da paragrafın farklı şekillerde söylenebildiği ve yorumlanabildiği eserler bunlar. “Okula gidiyorum” diyorsa “okula gidiyorum”dur, doğru; ama yazarın dille oynadığı yerler bize yorumun önemini gösteriyor. Hal böyle olunca, aynı romanın birbirinden çok farklı iki çevirisi olabilir.
Keza klasik romanları çevirmeye giriştiğimde, şanslı olduğumu da itiraf etmeliyim. Belki bu trene geç bindim, furya başladıktan kabaca bir on yıl sonra dâhil oldum ama yine de çalıştığım yayınevleri, editörlerim bana istediğim romanları çevirme imkânı tanıdılar, tanıyorlar, zira şu âna dek çevirdiklerimin hemen hepsi üzerine yazdığım veya kafa yorduğum eserler, bu yüzden naçizane bir katkım da oluyor diyebilirim.
Diğer yandan çeviri anlayış ve imkânları değişiyor. Klasik romanlar bir açıdan çok basit görünse de, yirmi birinci yüzyılda yaşayan birisi için çok çetrefilli metinler. İlk romanlardan bahsedecek olursak, o dönemin edebiyat ya da yayıncılık anlayışı çok farklı. Bugüne aktarırken dengeyi tutturmak her zaman kolay olmuyor. Şunu açıkça söyleyebilirim: Klasik romanların google çağından önce çevrilebilmiş olması hayrete şayandır. Öyle eserler var ki, ya kullanılan açıklamalı edisyona bakıp o editörü kutsamalı ya da Türkçe çevirmenine şapka çıkarıp adını kitap kapağına yaldızlı harflerle işlemeli. Ben bu süreçte James Joyce ve Virginia Woolf çevirdim ve bir kez daha ikna oldum ki, bu açıklamalı edisyonlar olmadan hayatta çeviremezdim. Şöyle söyleyeyim, bir kelimeyi ya da kalıbı, sözlük bir tarafa, google’a yazdığınızda bile bulamıyorsanız ne yapabilirsiniz? Yahut Joyce çevirisinden örnek verirsem, en bilindik kelimenin anlamı sözlükteki anlamlarına denk düşmüyor da, o dönemin günlük konuşmasındaki apayrı bir anlamı ifade ediyorsa, google çağıyla birlikte derinleşen araştırmacılıkla hazırlanmış edisyonlar olmadan bir çevirmen ne kadar yol alabilir? Zira unutmamak gerekir ki amaç okura eksiksiz bir çeviri sunmaktır ve romanlar söz konusu olduğunda yazarın kelime tercihleri hayati önemi haizdir. Bu yüzden, klasik edebiyat eserlerini çevirirken önümde en az iki farklı edisyonun (mümkünse açıklamalı baskıların) olmasına dikkat ediyorum.
Bu içkin nedenlerin ardından, Robinson Crusoe çevirisinde karşılaştığım ve benim de bakışımı değiştiren birkaç hususu paylaşayım. Öncelikle, bir şehir efsanesine yanıt vererek başlamalıyım: “Türkçe çeviriler kötü.” Hayır, değil! Çevirinin yakın dönemde gerçek anlamda bir disiplin haline geldiğini, bu sebeple hızlı şekilde değişen bir bilgi dalı olduğunu ve yukarıda google bağlamında söylediklerimi dikkate alırsak, Türkiye’deki klasik çevirileri ortalamanın üstünde denilebilecek kadar iyidir. Elbette kötü çeviriler var, ama bunlar verilen emekleri yok sayacak büyüklükte değil.
Robinson Crusoe çevirisindeyse zaten böyle bir şeyden bahsedemeyiz, zira Akşit Göktürk gibi hocaların hocası bir çevirmenin elinden çıkmıştır. Akşit hocanın çevirisini inceleme imkânım olmadı, ama kitap üniversite yıllarımda bölümde herkesin elindeydi ve görüp duyduklarımdan, kendisinin iyi bir iş çıkardığını biliyorum. Nitekim kendi çeviri sürecimde, birazdan anlatacağım kaynak metinle (Robinson Crusoe’nun İngilizce versiyonlarıyla) alakalı sorunlarda da bu görüşü doğrulama imkânı buldum.
Peki, sorun nerede? Klasik çevirilerine olan bakışımı değiştiren belirleyici deneyim neydi?
Çelişkili gibi görünse de, özgün metinlerin modernleştirilmiş olmasında. Yukarıda çeviri anlayışlarının değiştiğini söylemiştim. Bu değişimi tüm edebiyat tarihine yayılmış bir olgu olarak görebiliriz. Üç yüzyıl önceki edebiyat, editörlük ve basım anlayışı bugünkünden çok farklıydı. Her şey bir tarafa, örneğin yazarların noktalama işareti, italik, büyük harf vb. kullanımları bugünkünden farklıydı. Aynısı yakın zaman için de geçerlidir. Bunun Robinson Crusoe metninde yansımaları olduğunu gördüm. Şöyle ki nasıl bu metinleri kimin kanona alıp klasik yaptığını bilmiyorsak, kimin hangi akla hizmet değiştirip “okunur” hale getirdiğini de bilmiyoruz. Örneğin Daniel Defoe’nun elinden çıktığı şekliyle Robinson Crusoe metninin neoklasik denebilecek bir düzeni yok, bölümlere ayrılmamış, hele hele içeriği haber veren açıklayıcı bölüm başlıkları hiç yok. Ama “modern” versiyonda var. Bugünün okunabilirlik anlayışı gereği metne bu tür müdahalelerde bulunulmuş.
Diğer yandan, müdahaleler bununla sınırlı kalmamış ve içeriğe de dokunulmuş. Düzeltmeler bir tarafa, metnin modern versiyonunda atılmış yerler var. Mesela “On Üçüncü” Bölüm’ün başında, “Dilerim hiçbir İngiliz buraya gelip de onu işitmek gibi bir kara talihle karşılaşmaz; ama olursa da, onu iblis sanacağı kesindir.” Nedenini bilmesem de “yeni” versiyonda bu yok. Modernleştirilmiş Robinson Crusoe metinlerinden yapılan çevirilerde de (haliyle benden önceki bütün çevirilere bakamadım ama) bu kısım yok.
Buna benzer başka “kesikler” var mı bilmiyorum, ama olduğunu tahmin etmek zor değil. Mesela “Yirminci” Bölüm’deki meşum “ayı” kısmında var. Veya Crusoe dertlendiği bir yerde “Ah, bari biri kurtulmuş olsaydı! Sanırım Ah,bari biri kurtulmuş olsaydı! sözlerini bin kez tekrarladım,” diyor. Fakat İngilizce metnin modernleştirici editörleri, “alıntı dediğin tırnak içinde verilir” diyor ve italiği kaldırıp tırnağı yapıştırıyor, dahası tekrara gerek yok diyip ikinci “Ah, bari” kısmını da atıyorlar! Dolayısıyla dertlenip tekrarlamak, okura bu hissiyatı bu yöntemle aktarmak da yasak!
Bu şekilde italiklerle, noktalamalarla oynamak, sözgelimi alıntıyı “modern alıntı” şeklinde tırnak içinde vermek romanın biçimine kabul edilemez bir müdahaledir ve metnin bu halini çevirmek de okurun o yazarla, yazarın ruhuyla, yazı tarzıyla vb. tanışmasına engeldir. Buradaki alıntı örneği üzerinden konuşacak olursak, Dorrit Cohn’un alıntılı monolog ile anlatımlı monolog arasında yaptığı ayrımın roman tarihi açısından ne kadar önemli olduğunu düşününce,bu müdahale daha da büyük sorun teşkil ediyor.
Edebiyat metinleri müstakil varlıklardır, şefaate ihtiyaç duymazlar. Okunur kılma çabası çoğu zaman gereksiz bir endişeye işaret eder. Okur metinle olduğu gibi karşılaşma hakkına sahiptir ve bu haktan onu mahrum kılmamak gerekir. Zaten aksi durumda sorunlar doğmaktadır. Gerçekten de yazarı “okunur” kılmak amacıyla onun tercihleriyle oynamak beklenmedik sorunlar doğurabilir. “İtaliği kaldırma” müdahalesinin farklı bir sonucuna değinerek yazıyı toparlamak istiyorum.
Bir örnek üzerinden gideceğim. Cümlemiz şu: “…as may be well imagin’d by any who know what it is to live in the constant Snare of the Fear of Man.”
Bunu bir Hegelci tesadüf sayesinde örnek olarak verebiliyorum. Şöyle ki, ben klasik metinleri okurken bugüne ne kaldığıyla ilgileniyorum. Yani bugün bir insan okuduğunda kendi his dünyasıyla nasıl bir özdeşlik kuracak? Tarihle de bu şekilde ilgileniyorum edebiyatla da.
Şimdi, bugün insandan korkma ya da insanlardan nefret etme diye gayet çağdaş, kitleselleşmiş bir sorunumuz var. Bu yüzden üç yüzyıl öncesine ait bir metin olarak Robinson Crusoe’da olması dikkatimi çekti. Nihayetinde henüz “çılgın kalabalıklar”ın ortaya çıkmadığı bir dönemde bu korkunun dile getirilmesi ilginç. Elbette google’a danıştım. Kitab-ı Mukaddes’ten Özdeyişler 29:25’e bir atıf olduğunu gördüm. Haliyle bizimkiyle pek alakası olmayan bir bağlamda zikrediliyor. Crusoe’nun söylediğiyse bize biraz daha yakın. Metinde bu göndermeye istinaden Defoe italik kullanmış. Modernleştirilmiş İngilizce baskıdaysa italik kaldırılmış. İtalik kaldırıldığından olsa gerek, cümlenin esas meramı benden önce Crusoe çeviren iki meslektaşımın gözünden kaçmış. Gerçekten de “insandan duyulan korku” ya da “insan korkusu” yerine “insanın duyduğu korku” ya da “insanın korkusu” diye okumak ilk akla gelen oluyor. Fakat ben, naçizane, “mütemadiyen insan korkusu tuzağına düşmüş şekilde yaşamanın ne olduğunu bilenler bu dediğimi gayet iyi anlayacaktır,” diye çevirdim. Akşit hoca, “Şimdi ise iki yıldır, hep kuşku duyarak yaşamanın ne demek olduğunu bilenlerin çok iyi anlayabileceği bir tedirginlik,” demiş. Elimde bir çeviri daha vardı, ona da baktım (Fadime Kâhya çevirisi, İşkültür), oradaysa: “İnsanın düştüğü korku tuzağının içinde yaşamasının ne demek olduğunu bilen herkesin de tahmin edebileceği gibi,” denmiş. Eğer ben metni yanlış okumuyorsam, ki bağlamdan da anladığım buydu, insandan duyulan bir korku var. Ama İngilizce editörlerin müdahaleleri metnin anlaşılırlığını artırmamış, tersine azaltmış. Böyle başka örnekler var mı bilmiyorum, çevirileri karşılaştırma imkânım olmadı ama şunu biliyorum: Okur Robinson Crusoe’yu yazıldığı haliyle okuma hakkına sahiptir. Dahası ne okuduğunu da bilmelidir.
Her editör romana kendi edebiyat anlayışıyla yaklaşır. Fakat kendisinin belli kalıplara sahip olma hakkı olduğu gibi, yazarın da vardır. Yazardan daha iyi bildiği gibi bir yanılsamaya kapılmamalıdır, zira edebiyat söz konusu olduğunda mesele neyin doğru ya da güzel olduğundan ziyade bazen neyin tercih edildiğidir. Bunun çevirmenleri de yer yer etkilediğini söylemeliyim.
Gerçekten de “serbest çevirme” ya da yazara yeterince bağlı kalmama diye bir çeviri üslubu olduğundan bahsedebilirim. Sözgelimi bize güzel dil kullanımı için okutturulan klasik romancılardan biri üst üste “şey”, “şey” diyip duruyor. O zaman aklıselim bize böyle şey olmaz diyor! Bu “şey”ler kulak tırmalıyor diye atılıyor, yerine daha güzel, daha nezih bir kelime kullanılıyor. Böylece roman “klasik” (âli metin) mertebesine uygun hale gelmiş oluyor. Ya da başka bir yazar, “Acılar, Acılar. Acılar” (tastamam bu şekilde) yazıyor. Belli ki bir şeyler deniyor, bir virgül, bir büyük harf vs. Ama çevirmen “Acılar, acılar!” diye çeviriyor, hem üçüncü “acılar”ı atıyor, hem de onun sıradışı noktalama işareti kullanımını yok sayıyor. Böylece söz konusu yazar kendisinden önceki (ve sonraki) yazarların yazdığı gibi yazmış oluyor: Standart model.
Mesele şu ki, biz okuduğumuzda yazarın ne yapmaya çalıştığını anlamıyor olabiliriz. Ama edebiyat metinlerini bir hikmeti vardır diyerek çevirmek gerektiğini düşünüyorum. Sözgelimi modernist bir romancı “atom” diyorsa atomdur, bunu toz vs. olarak çeviremeyiz, fiil halini unufak etmek diye karşılayamayız. O yazarın çağıyla bağını koparmamaya mecburuz. Kendime de bir eleştiri yönelterek bu bahsi bitireyim, bazen bu kaygıyla çubuğu diğer tarafa fazla büktüğümü de esefle görüyorum. Ama her halükarda, yazara sadık kalma çabasının daha haklı bir endişe olduğunu düşünüyorum.
Robinson Crusoe’dan sonra başka birçok klasik roman da çevirdim, bazıları yayınlandı bazıları hâlâ yayınlanmayı bekliyor. Orada benzer ve farklı sorunlar da gördüm. O da ayrı bir yazının konusu olabilir.