Katalan referandumu birkaç ay önceki İskoçya referandumundan bağımsız düşünülemez. 20. yüzyıl yeni yeni ulus-devletler kurma dönemiyken, genel olarak kimlik siyasetinin galebe çalmasıyla 2000’lerde bu eğilim yeniden güçlendi.
İspanya’nın özerk Katalan bölgesinde düzenlenen gayriresmi referandumun gayriresmi sonuçlarına göre, katılımcıların yüzde 80’inden fazlası bağımsızlıktan yana oy kullandı. Bu açıdan, Katalunya –ulusal sorununun tarihini 1898-1903 dönemecine değil de, 1913-1916’ya dayandırırsak– yaklaşık yüzyıl sonra ayrı devlete yürüyor görünüyor. Bu gelişme İspanya tarihinin geçmişten bu yana çok ilgi çekmediği Türkiye’ye “El Clásico tarih mi oluyor?” ve biraz da Kürt sorunuyla kurulan zahiri paralellikler üzerinden yansıyor. Fakat ikisi konusunda da aceleci olmamak lazım.
Katalan burjuvazisi “ulusal sorun”u geçmişten bu yana merkezî Madrid hükümetini köşeye sıkıştırmak ve pratik taleplerini kabul ettirmek için bir koz olarak görmüştür. Ulusal soruna ayrı bir devlet ya da dört başı mamur bir özerklikten ziyade, İspanya sınırları içinde kendi sınai çıkarlarını kabul ettirmenin ve mümkünse İspanya’yı bizatihi yönetmenin aracı olarak bakmıştır. Bunda da Katalan sorununun örneğin Kürt sorunuyla tezat teşkil eden özgül yanı etkendir.
Katalunya’da ulusal sorun Türkiye’deki Kürt sorunundan farklı şekilde tezahür etmişti. Katalunya ve özelde de Barcelona tüm ülkenin en önemli sanayi merkeziydi ve bu nedenle, deyim yerindeyse, atipik bir örnek olarak ulusal soruna ekonomik gerikalmışlık eşlik etmiyordu. Bilakis, Katalan burjuvazisi merkezî Madrid hükümetini uluslararası pazarlara açılmasına engel olarak görürken, Katalan işçileri de ucuz işgücü ordusu olarak “kendi toprakları”na akın eden İspanyol işçilerine yer yer öfkeyle bakıyorlardı. Fakat Katalanların iç pazarı İspanya’ydı; İspanya uluslararası arenada rekabet edemezken, Katalan burjuvazisinin İspanya’dan ayrılarak mevcut bir pazarı da elinden kaçırması intiharla eşdeğer olurdu. Bu açıdan, Katalan burjuvazisi ayrılık değil, kayrılma bekliyordu.
Nitekim sorunun tam anlamıyla ortaya çıkışı da I. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalan İspanya’nın ekonomik yükselişinden özel yasalarla daha da fazla nemalanmak isteyen Katalan burjuvazisinin, İspanyol merkeziyetçiliğinin yılmaz savunucusu olan İspanyol liberallerine (adem-i merkeziyetçilik düşmanı olan liberaller bugünkü mantıkla hiç de liberal değillerdi!) tepkiyle ayrı parti kurup kendi bölgelerinde seçimi kazanmasıyla yaşandı. Bu tarihten itibaren Katalunya’nın egemenleri düzenli olarak özerklik (Generalitat) ve “bağımsızlık” şantajına başvurdular ve zaman zaman da sözlerinin arkasında durmak zorunda kaldılar.
Bu zorunluluğun temel nedeni Katalan bölgesinde sadece sanayi burjuvazisinin değil, proletaryanın ve onun sınıf örgütlerinin de gelişkin olmasıydı. Katalan bölgesinde burjuvazi siyasi önderliği kısa sürede kaybetti. İç Savaş (1936-39) öncesi nüfusu 1 milyonu aşan Barcelona anarşist, sosyalist ve Marksistlere kadar çok geniş bir örgütlenme ağına sahipti. İç Savaş başladığında yerel hükümetin başı Companys’in anarşistlere “patron sizsiniz, ne isterseniz o” dediği biliniyor. Bu bakımdan Barcelona İç Savaş’ta Madrid’in tahliye edilmesiyle anti-faşist cephenin merkezi olmuş, Mayıs 1937 olaylarıyla savaşın kaderi Barcelona’da tayin edilmişti. Nitekim Franco diktatörlüğünün 1970’lerde devrilmesi sürecinde de yine Katalan bölgesi öne çıkmış, bir süre sonra da özerkliğini kazanmıştı.
İspanya’nın burjuva demokrasisine geçişi Katalan bölgesine, en azından Katalan burjuvazisine yaramış ve 1990’larda olimpiyatlarda cisimleşen bir devasa dönüşüm geçiren Barcelona üzerinden kendine olan güvenini pekiştirmiştir. İspanya ise 2000’lerde krizlerle sarsılmış, “inşaatla yaşayan inşaatla ölür”ün tecessümü haline gelmiştir. Bugün de hâlâ toparlanamamış olan ülke ekonomisinin önemli bir kısmı Katalanlar üzerinden dönmektedir.
Tüm bu çerçevede, Katalan burjuvazisinin yine “polim” yaparak payını artırmaya çalıştığını söyleyebilir miyiz? Görünüşte çekici gelen bu görüşe iki açıdan temkinli yaklaşmak gerekir, zira bir yandan kapitalizm aynı kapitalizm olsa da, diğer yandan ne Avrupa eski Avrupa, ne de dünya eski dünyadır.
Avrupa kapitalizminin AB sonrasında –“ulus-devletler kalkıyor” iddiası berhava olsa da– sınırları daha geçişken bir yapı haline geldiği malumdur. Bu açıdan, Katalan burjuvazisi İspanya devletine (pazarına) eskisi kadar bağımlı değildir. Sermaye açısından Avrupa çoktan uluslararasılaşmıştır ve siyasi gelişmelere bağlı olarak şantaj gerçeğe dönüştüğü takdirde Katalan burjuvazisinin kaybı geçmişe kıyasla çok daha az olacaktır.
Bu noktada, dünyadaki siyasi eğilimleri de dikkate almak gerekiyor. Katalan referandumu birkaç ay önceki İskoçya referandumundan bağımsız düşünülemez. Yirminci yüzyıl zaten yeni yeni ulus-devletler kurma dönemiyken, genel olarak kimlik siyasetinin galebe çalmasıyla 2000’lerde bu eğilim yeniden veya daha da güçlendi. Keza emperyalist güçler için dünyanın nüfuz alanları temelinde paylaşımı ve yeniden paylaşımında Romalıların “divide et impera” (böl ve yönet) düsturu her zaman çekiciliğini koruyor. Bu durum işçi sınıfı hareketinin ve sosyalistlerin güçsüzlüğüyle de birleştiğinden, dünya genelinde milyonlar açısından “ulusal değerler” ve milliyetçilik çok güçlü bir siyasi etken. Bu açıdan, hareketin başladığı yerden çok ileriye gitmesi ve bağımsızlığın şantaj olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşmesi ihtimali yabana atılamaz. Özellikle de Madrid’in baskıcı politikalarının ve yasakçılığının, her ulusal sorunda olduğu gibi, güçlü bir karşı-tepkiyi doğuracağını dikkate almak gerekiyor. Egemen ulus haklı demokratik talepleri yok saydıkça ulusal hareketlerin güçlendiği bir vakıadır.
Ne var ki bu ihtimali gayriresmi referanduma bakarak söylemek zor. Sandıktan yüzde 80’in üzerinde evet oyu çıkmış olsa da, Katalan yetkililerin verdiği rakama göre 5,5 milyona yakın seçmenin sadece 2 milyon kadarı sandık başına gitmiştir. Bu da gösteriyor ki, Katalan burjuvazisi henüz yeterince kitleyi “ulusal sorun” için seferber edemiyor; İskoçlarla benzer bir durum var. Bu noktada, ülkedeki sınıf hareketinin, tabandaki milyonlarca işçinin ne tutum alacağı önemlidir. İspanya’da ve Katalunya’da güçlü bir sosyalist gelenek ve sınıf hareketi var, öğrenci sendikaları bile çok güçlü ve kitlesel. Fakat ne yazık ki –bu kez atipik olmayan bir şekilde– bu örgütler kapitalizm yanlısı güçlerin kontrolünde.
Kürt sorunuyla bağına gelecek olursak, elbette dünyanın küreselleştiği bir çağda Avrupa’da kımıldayan yaprağın burada bir esintiye yol açmaması mümkün değil. Fakat bunun doğrudan Kürtlerin bağımsızlık talebini güçlendireceğini söylemek zor. Kürt hareketi Avrupa’nın görece sakin ortamında değil, coğrafi açıdan paylaşım savaşlarının ve emperyalist operasyonların tam ortasında kendi yolunu bulmaya çalışıyor. Kürt hareketi bölgedeki en örgütlü gelenek olması bakımından Katalan hareketinden birkaç adım ileride olsa da, içinde bulunduğu coğrafya –diğer şartlar aynı kalmak kaydıyla– ayrı devlet seçeneğini daha geriye itmektedir.
Elbette burada devreye merkezî devletlerin tutumu giriyor. İspanya devletinin futbol federasyonu aracılığıyla Barcelona’yı La Liga’dan atmakla tehdit ettiği biliniyor. Bu tür hamleler olsa olsa “zorla aklına sokmak” başlığında değerlendirilebilir. Ulusal taleplere “milli birlik ve beraberlik” adı altında birliği bozacak gerici söylem ve eylemlerle yaklaşmak iç savaş ateşine odun taşımak olur ki, “İspanya’nın kanı” İber yarımadasını yeterince sulamış olsa da, tarihin her türlü başkalaşımı bildiği de bir gerçektir. (FBA/HK)